İnsan Sermayesi, Eğitim ve İleri Teknolojiye Yatırım
Mehmet ÖĞÜTÇÜ
Head, Non-Members Liaison Group and
OECD Global Forum on International Investment
DAF CMIS
[email protected]
İnsan, bugün olduğu gibi geleceğin de en değerli sermayesidir. İnsana yapılacak yatırım fazlasıyla geri dönüyor. Onun eğitimi, sağlığı, sosyal güvencesi, doğru yerde istihdamı ülkeyi dünya rekabet liginde üst sıralara taşımanın ön koşulu. akıl ve bilim ışığında, resmi tarih anlayışının objektif özeleştirisi dahil, bugününden haberdar ve gleceğe umutla bakan, uluslararası çaptı, özgüveni yüksek insan yetiştiren, bilim ve teknolojiyi rehber edinen, zengin kültürel, dini ve tarihi çeşnimizden esinlenen, dış dünya ile de uyumlu eğitim ve manevi/ahlaki değerler sistemi yaratılması en öncelikli hedefler arasında olmalıdır.
Hem sorunlarımızın hem de çözümsüzlüklerimizin hepsinin temelinde, aklın doğru kullanılamayışı var. Aklı doğru kullanmak, insan hammaddesinin değerlendirilmesi ancak iyi eğitimle oluyor. Yalnız bilgi birikimi değil, yöntem ve planlama, bağımsız düşünebilme yeteneği olarak da. Bunlar olmadıkça, nüfus büyüklüğünün askeri gücün, ekonomik dinamizmin, doğadaki elverişliliğinin ve kaynak bolluğunun pek önemi kalmıyor.
Özgür, sorgulayıcı düşünceye, tüketimden çok üretmeye, yaratmaya, paylaşmaya, kültürel aydınlanma dönemine zemin hazırlayacak ve ortak değerlere saygıya ağırlık veren bir eğitim zorunlu. Okuldan çıkınca bitmeyen yaşamboyu eğitim ve öğrenimi kastediyoruz. Kadın ve çocuğa özel önem atfeden, kadınların toplum yaşamında ve ekonomideki rollerinin güçlenerek artırıldığı, cinsiyet ayrımının giderildiği, fırsat eşitliğine dayalı bir sistem. İnsanların emekliliği, sağlık sorunları ile ilgili belirsizliği giderecek, bu alanlarda hem insani hem de ekonomik çözümleri getirecek bir yaklaşım.
Ne Oluyor İnsana Yatırım Yapınca?
Temelde toplumun değiştirilip çağdaşlaştırılmasına yönelik bir uygarlık projesi olan cumhuriyet, bu düşüncelerle başlangıçtan beri eğitime olağanüstü önem vermişti. Laik öğretimin dayanağı olan ‘‘Tevhid-i Tedrisat Kanunu’’ndan başlayarak, harf devrimiyle, ‘‘millet okulları’’yla, parasız yatılılık sistemiyle, yurtdışına öğrenci yollama programlarıyla, üniversite reformuyla, güzel sanatları ihmal etmeyen kapsamlı yaklaşımlarla. İlginç olan, bu atılımın ekonomide yapılmak istenenlerle el ele gitmesi, eğitimle öbür çabalar arasında anlamlı bir doku uyumunun sağlanmasıdır.
Gelişmesi başıboş bırakılmayan, akılcı biçimde yönlendirilmeye çalışılan bir uygarlık projesi söz konusudur. İkinci Dünya Savaşı sonrasında filizlenmeye başlayan karşı devrim ilk belirtilerini eğitim alanında gösterir: Köy Enstitüleri’nin nitelik değiştirip kapatılması, din derslerinin ulusal eğitime sızması, öğretimin yavaş yavaş bütün aşamalarda parasız olmaktan çıkarak ticarileşmesi, oğrenci, öğretici ve okul sayılarındaki artışlar bu nitelik ve zihniyet değişikliğinin kötü sonuçlarını telafi etmeye yetmedi. Tam tersine olumsuzlukları büyüttü.
Eğitim ve öğrenime yatırım, ekonomik büyümeyi ve bireysel ilerlemeyi ve eşitsizliği azaltmayı sağlamanın en temel ögesi olan insan sermayesinin oluşumuna katkı sağlar. Sadece işsizlik ve toplumsan dışlanmışlıkla mücadeleye değil aynı zamanda ülkenin geleceğine de yatırımdır bu alana kanalize edilecek kaynaklar. Ekonomik, toplumsal ve teknolojik değişimin zorunlu kıldığı sürekli esneklik ve uyum yaşam boyu öğrenimi de zorunlu kılmaktadır. Nüfusun beceri temelinin yenilenmesi ve artırılması hükümetler, şirketler ve bireyler için son derece önemli bir kazançtır.
İnsan sermayesine yatırım birçok OECD ülkesinde ulusal gelirin yüzde 10’una tekabül ediyor. Burada ilk öğretime harcanan kamu ve özel fonlar ile okul sonrasında birey ve şirketlerin harcadıkları paralar da hesaba katılmaktadır. Kaynakların hangi tür insan sermayesine yatırılacağı (erken çocukluk mu yüksek eğitim mi?) ve maliyetin nasıl dağıtılacağı (şirketler, bireyler ya da kamu makamları) gibi politika kararları gündeme gelmektedir. Nüfusun beceri temelinin yenilenmesi ve arttırılması hükümetler, şirketler ve bireyler için son derece önemli bir kazançtır.
OECD’nin Human Capital Investment: An International Comparison, raporunda, insan sermayesi “ekonomik faaliyete ilişkin olarak bireylere kazındırılmış olan bilgi, yetenek, beceri ve diğer özellikler” olarak tanımlanıyor. Bunun geri dönüşünün nasıl hesaplanacağı henüz bilinmiyor. Eğitime yatırımın okulda geçen her yıl için bireye yüzde 5 ila yüzde 15 arasında ek kazanç getirdiğini varsayıyoruz. İlkokul, en yüksek geri dönüş oranına sahip iken ortaokul nispeten daha düşük, lise ise ortaokuldan daha yüksek getiriye sahip. Özellikle gelişme yolundaki ülkelerde eğitime yatırımın getirisi gelişmiş ülkelere kıyasla çok daha yüksek.
İnsan sermayesine yatırımın yararları sadece bireylerin ek kazançları olarak tanımlanamaz. Başka bir OECD araştırmasında orta öğrenimin 1960-1985 döneminde OECD ülkelerindeki verimlilik artışına yıllık yüzde 0.6 katkı sağladığı ortaya konuldu. Dolayısıyla, insan serbayesine yatırımın sadece bireylere değil tüm ekonomiye önemli katkı getiriyor. Dahası, ekonomik faaliyetlere ilişkin bilgi, beceri ve yeteneklerin yaratılması sadece işteki performansı etkilemiyor toplumsal davranışları da biçimlendiriyor. Yüksek eğitim standartlarına ulaşılması, daha iyi kamu sağlığı, daha düşük suç oranları, daha biliçli çevre korunması, anne-babalık, siyasi katılım ve toplumsal dayanışma gibi olumlu yan etkiler de doğuruyor.
“Beşikten Mezara” Eğitim İçin
Günlük sohbetlerimizde tüm ekonomik, siyasi, kültürel ve toplumsal hastalıkların tek ilacının “eğitim” olduğunu söyler dururuz. “Nasil bir eğitim?” sorusu çok azımızın aklından geçer. Önümüzdeki yüzyıla hazırlanan Türkiye’de mevcut un, şeker ve yağdan helva yapacak kaliteli bir neslin yetişmesi için neler yapılabileceği üzerinde yeterince durduğumuz söylenemez.
Tıpkı sağlık gibi, eğitim de giderek daha karmaşık ve pahalı hale geliyor. Fırsat eşitliği bozuluyor. Çocuklarımızın neye ihtiyaç duydukları, onlara neler sunulması gerektiği, eğitim metodolojisi hızla değişiyor. Özel sermaye kârlı bir iş olarak gördüğü eğitim sektörüne daha geniş şekilde giriyor, kendi standartlarını getiriyor. Devlet-özel sektör eğitim kalitesi ciddi farklılıklar gösteriyor. Gelecekte özel sermaye eğitim sektöründe daha aktif rol oynayacak. Peki bunun toplum yaşamına yansıması ne olacak?
Büyük şirketler kendi spesifik gereksinimlerine uygun personel yetiştirmek için kendi üniversitelerini kurmaya başladılar. Koç ya da Sabancı Üniversitesi gibi genel yüksek öğrenim branşlarında öğrenci yetiştiren okullardan bahsetmiyorum. İngiltere’de British Telecommunications, şirketin 125.000 çalışanına mesleki kurslar ve ihtiyaç duyulan alanlarda diplomalara verecek kendi üniversitesini kurdu. Bu karar, şirketlerin sadece mal ve hizmet değil aynı zamanda eğitim sağlayıcı olabileceklerinin en bariz örneğini teşkil ediyor.
General Electric Company de İngiltere’de şirket bağlantılı lisans-üstü öğrenimin öncülüğünü yapan Warwick International Manufacturing Group ile üst düzey yöneticilerini eğitmek için bir anlaşma imzaladı. British Aerospace 40,000 çalışanı için şirket üniversitesi kurma yolunda. Aslında bu eğilim kökleşmiş Amerikan deneyiminden ilham alıyor. Şimdi altı “Hamburger” üniversitesi faaliyet gösteriyor dünyanın değişik bölgelerinde. Amerika’da toplam 1.600 şirket üniversitesi olduğu bildiriliyor. En tanınmış şirket üniversitesi McDonalds’s tarafından 1961 yılında kurulmuştu. Eğitimin kamudan özel sektöre kayması toplumdaki ortak paydaları aşındırabilir. Fırsat eşitliği de kâğıt üzerinde kalma riski ile karşı karşıyadır.
Eğitimin temel amacı, kişilerin ilgi, istek ve yetenekleri de dikkate alınarak, düşünme, algılama, araştırma ve problem çözme yeteneği ve kişisel sorumluluk duygusu gelişmiş, yeni fikirlere açık, kültürel değerleri benimsemiş, demokratik tavırlar gösterebilen ve beceri düzeyi yüksek insan gücünün yetiştirilmesini sağlamaktır.
Öğretmen gereksinmesinin karşılanmasına bağlı olarak, 2005 – 2006 öğretim yılında okulöncesi eğitiminde yüzde 100 okullaşma oranına ulaşılması ve bunun sürdürülmesi; okulöncesi eğitimin yaygınlaştırılmasında ve kamu kaynaklarının dağıtımında bu düzeydeki okullaşma oranı en düşük yerleşim birimleri ile hızlı nüfus artışı gözlenen büyük şehirlere ve sanayi bölgelerine öncelik ve ağırlık verilmesi; her ilköğretim okulunda en az bir anasınıfı açılmak suretiyle yatırım kaynağında tasarruf sağlanması 21. Yüzyıl Türkiyesinin hedefleri arasinda olmalıdır.
Ülkemizde ilköğretimde tam okullaşmanın gerçekleştirilmesine ve ortaöğretimde altyapının tamamlanmasına bağlı olarak zorunlu eğitim süresinin 2005-2006 öğretim yılına kadar 12 yıla çıkartılması ve 2010-2011 öğretim yılında 12 yıllık zorunlu eğitimde tam okullaşmanın sağlanması, bu öğretim kademesinde de 2005-2006 öğretim yılından başlanarak 2010-2011 öğretim yılına kadar bir dersliğe düşen öğrenci sayısının 30, hatta 24’e, indirilmesi, bilgisayar destekli eğitimin yaygınlaştırılması, teknolojik eğitim olanaklarından yararlanılması hedeflerine ulaşmak için gereken tüm çabalar gösterilmelidir.
Resmi mi, Eleştirel Tarih mi?
Eğitim sisteminde çoğu zaman bizi olduğumuz yere mıhlayan, özgüvenimizi zedeleyen tarih konusuna eleştirel bir bakış açısı getirmek zorundayız. Çapraz kaynaklardan tarayıp da şanlı tarihimizin resmi tarih kitaplarına yansımayan karanlık ya da gri sayfalarını öğrendikçe insanlarımızda kimlik bunalımı ve güvensizlik derinleşiyor. Hem kendi içimizde barışarak köprüler kurmamız hem de komşularımızla barış içinde birarada yaşamaya devam etmemiz de tarihe yeni bir bakış açısı gerektiriyor.
Değerli tarihçi Hasan Paksoy’a göre, tarih, toplumların özerk olarak hayatta kalabilmek için birbirleri ile sürekli olarak yaptıkları yarışın özetidir. Bu yarış ciddi bir oyun niteliğindedir. Bir ölüm-kalım yarışıdır. Kazanan toplum yaşar, kaybeden de iz bırakmadan kaybolup gitmeye mahkumdur. Yarışı kazanabilmek de, çoğunlukla geçmişteki olayları hatırlayıp, o olaylar sırasında yapılan yanlışların tekrarlanmamasına ve diğer yarışmacıların oyunlarına düşmemek için tedbir almayı gerektiriyor.
Yazılmadıkça, tarih olamaz. Yazılmayan tarih, okunamaz. Okunmayan tarih, bilinemez. Tarih’in bilinebilmesi için: önce yazılması, sonra bütün toplumca okunması ve gelecek kuşaklara sürekli olarak okutulması gerekir. Tarihte olmuş bitmiş olayları kendi kapsamları ve koşulları içinde değerlendirmek ve bugünkü ilişkileri zehirlemesine meydan vermemek önem taşıyor. Varsa yanlışlıklar bunlar tarihciler tarafından ortaya konulur. Bilinçli ya da bilinçsiz açılmış olan yaraları sarmak ve yeni başlangıç yapmak için ortak çaba gösterilmelidir. Hatta, bu tür olaylardan zarar görenlerin anısına ortak anıtlar dikilebilir. Bu konuda herhangi bir kompleks içinde olmaya gerek yok.
Tarihi hesaplar uzlaşı ve ortak fedakarlıklarla kapatılmazsa yeni başlangıçlar yapmak mümkün olamaz. Bugün “Nazi”(dikkatinizi çekerim, “Alman” denmiyor) soykırımı Berlin’in uzlaşıcı yaklaşımı nedeniyle büyük ölçüde tarihin tozlu raflarına kaldırıldı. Ders alınacak ve bir daha tekrarlanmamasını sağlayacak hatırlatmaları ihmal etmeyecek şekilde. Kimse sömürge döneminde ABD’deki kızılderilere, Afrika’daki zencilere, Asya’daki sarı ırka uygulanmış olan insanlık dışı muameleyi bugün yüksek sesle dillendirmiyor. Büyük ölçüde bu dönemlerin hesabı ya görüldü ya da ustaca üstü kapatıldı.
Yakın zamanlı tarih ile ilgili olarak bizim de insanlık suçları işlediğimiz ve bunların hesabı kapatmamız gerektiği gibi dayanaksız bir tezden bahsetmiyorum burada. Söylediğim şu: tarihte her ne olduysa oldu. Osmanlı bakiyesi ülkelerde beğenelim ya da beğenmeyelim pek olumlu izler bırakmadığımız bir gerçek. Bu izlenimi doğrulamak ya da çürütmek için gerçeğin ortaklaşa ortaya çıkarılmasına öncülük etmemiz gerekiyor.
OECD’de ozellikle Amerikan, Kanada ve İngiliz pasaportu taşıdığı halde kökeni Lübnan, Hindistan, Bulgar, Çinli, Malay, Brezilyalı ve Estonyalı olan onlarca meslektaş ile değişik vesilelerle geniş bir menzilde sohbet etmek çok öğretici oluyor. Eski Osmanlı bakiyesi ülkelerden gelenlerle ister istemez tarihin henüz faturası kesilmemiş ya da abartılmış hesaplarına kayıyor sohbet. Aralarında bir Allahın kulu da Osmanlı ve onunla özdeşleştirilen biz Türkler hakkında, gönül alma turu iltifatlar dışında, anlamlı bir laf etmiyor. Sömürü ve vahşet edebiyatı devam ediyor.
Edgard Habib, OECD’deki Ortadoğu ve Afrika programımızın temel direği idi bundan üç yıl öncesine kadar. ABD eski Dışişleri Bakanlarından Philip Habib’in yeğeni. Lübnan’da doğmuş büyümüş, sonradan amcasının yanına Sikago’ya gitmiş. Gidiş o gidiş. Şimdi Amerikan Vatandaşı. Birkaç yıl önce Chevron şirketine başekonomist olarak geçti. Beyrut sokaklarında ibret olsun diye Osmanlılarca ipe çekilen günlerce darağacından indirilmeyen Arapların fotoğrafını adeta gözüme sokuyordu. Suriye asıllı Halit, Osmanlının son dönemindeki gaddarlıklarından dem vuruyor. Türk sözcüğünün bile tüylerini diken diken ettiğini farkediyorum. Aynı hikayeleri Bulgar dostum Dimitris de daha temkinli şekilde aktarıyor.
Burada bir yanlışlık ve çarpıklık olduğu kesin. Ya onların tarihleri ya da bizim ki çarpık yazılmış. Belki de ikisi birden. Her ülke genellikle kendi tarihini beraat ettirecek, yüceltecek, çevresindekileri günah keçisi gösterecek şekilde kaleme almaktadır. Fransız tarihini okuyunca ya da Cermen medeniyet projesini incelediğinizde ne Cezayir ve Afrika sömügelerindeki vahşetin ne de Nazi soykırımının ciddi şekilde sorgulandığını görüyoruz. Aynı şey Japonya’nın İkinci Dünya Savaşı ile ilgili tarih kitaplarında da bariz şekilde görülebilir. Hala Çin ile bu konuda ortak anlayışa varamadılar. İnsan, değişik yerli ve yabancı kaynaklardan tarihi çapraz ateşe tutup da tarihi olayları yanlı-yansız açılardan okudukça tarihin yavan ve yanlıişlenmesine daha çok üzülüyor. Herhangi bir komplekse kapılmadan tarihimizi sorgulayabilmeli; gereğinde övünmeli gereğinde kıyasıya eleştirebilmeliyiz.
Her ülkenin tarihinde utanılacak, bugünkü düşünce kalıplarıyla şiddetle kınanması gereken sayfalar vardır. Hele hele Avrupa ve ABD tarihi bu konuda yüzlerce insanlık dışı olaylara sahne olmuştur. Tarihi haksızlıkları kabul etmek ulusal onuru zedelemez. İnanırlığı arttırır; sürekli emellerimizden kuşku duyan komşularımızın daha fazla güven duymasının yolunu açabilir. Tarihi hesaplara dayalı toplar iddiaları gündeme gelirse bundan en fazla zararı Pandora’nın Kutusu’nu açanlar görebilir.
Unutulmamalıdır ki, “politika” bir “görüntüler” dünyasıdır. Askeri güç ile medeniyetleri ezenlerin sonunda nasıl yıkıldıklarını tarih, edebiyat kitapları, ressamların eserleri ve klasik müzik parçaları uzun uzadıya anlatır. Önemlerine rağmen, kişiler, politikacılar, generaller ve amiraller, tarihçiler emekli olur. Geriye kalan, bir toplumun kültür ve uygarlığının yazılı-basılı göstergeleri olan tarih, edebiyat ve müzik’tir. Dünya meclislerde ve diğer makamlarda karar verecek olanlar bu tarih ve edebiyat kitaplarını gençliklerinde okumuşlardır, müziği dinlemiş ve etkilenmişlerdir. İster-istemez, o tür etkilerin altında karar vereceklerdir. Verdikleri kararların savunmasını, edebiyat kitaplarından alınan deyimlerle yapan politikacı az değildir. Kısacası, sürekli bir büyük savaş da, ticaret yarışına ek olarak, kültür alanında her gün yer almaktadır. Bu kültür yarışmasına katılmayan toplumlar, geleceklerinden vazgeçtikleri gibi, gündelik büyük iktisadi kayıplara da uğramaktadır.
Biz, bir zamanlar yurdumuzda var olan gelişmiş uygarlıkların ve kültürlerin mirascısıyız. Böyle bir geçmişi olan kültürümüzün değerlerine olumlu gelenek, görenek ve inançlarına, kurumlarına ve ahlaki yapısına sahip çıkmalıyız. Yaratıcılığımız, teknolojiyi ve sahip olduğumuz her şeyi kullanarak, karşımızdakiler kadar geçlü iletişim kurumları geliştirmeliyiz.
Ne mi Okuyacagiz?
Okumayı, okuduğunu çapraz ateşe tutmayı öğretmek, okduğundan, dinlediğinden sonuçlar çıkartmak, bunları kendi yaşamına, çevresine tatbik etmek çözümün ta kendisidir. Beynine bilgi virüsü girdikten sonra, hiç merak etmeyin, gerisi zaten kendiliğinden gelecektir. İnsan kalitesi yükselen toplumun ekonomisi, iç düzeni, dış politikası, kültür ve sanatı da kendiliğinden yükselir. Dolayısıyla “çözüm” peşinde koşanlara en yalın tavsiye, bir saniye bile kaybetmeden mümkün olan tüm kaynakları insan sermayesinin kalitesinin artırılmasına dönük yatırımlara sevketmeleridir. Önümüzdeki yirmi yıl içinde, tohumları şimdiden atılır ve üzerine özenle titrenirse, Türkiye insan sermayesi bakımından son derece zengin bir ülke haline gelebilir.
Okumaya insanları özendirmek, merak uyandırmak çocukluktan baslıyor. Sonradan bu zevki kazanmak son derece güç. Kitap fiyatlarının el yaktığı ülkemizde adeta insanları okumaktan caydırmak için özel çaba sarfediliyor gibi geliyor. Özellikle Fransa’da iki çocuk okutan bir baba olarak kitap okumaları için çocukların önüne serilen inanılmaz kolaylıkları gözlerken ülkemizdeki durumdan üzündü duymamak mükkün değil.
Bizim yolun yarısını geçtikten sonra öğrendiklerimizi, deneyim ve düşüncelerimizin çoğunu çocuklarımız bugünden kapıyorlar. İnsan ve doğa sevgisi, dürüstülk, onur, yardımseverlik gibi değerleri de okul, aile, arkadaş çevresinde kendi yorumlarıyla kazandıkça karada, havada ve denizde sırtları yere gelmez diye düşünüyorum. Çocuklarımıza bırakacağımız en değerli mirasın “kitabi” ve “hayati” eğitim olduğuna yürekten inanıyorum. Bütçelerinin en önemli bölümünü çocuklarına ayıran milyonlarca anne babanın da aynı görüşte olduğuna kuşku yok.
Birkaç yıl önce Sunday Times’da okurken bir kenara not etmiştim. Oxford Edebiyat Profesoru John Carey, geçtiğimiz yüzyılın kendince en iyi 50 kitabını seçmiş. Oldukça cesur bir girişim; zira sadece George Orwell, Evelyn Waugh, Thomas Mann ve D H Lawrence’un çalışmalarında birkaç örnek bile bu listeyi tek başına doldurmaya yeter. Carey, haksızlık yapmamak için, her yazarın sadece bir kitabını değerlendirmesine almış. Her on yıl için eşit sayıda kitap seçmeye özen göstermiş. Temel kıstas, zevk olduğu için kurgu, kurgudışı, şiir, hatta çeviri yabancı kitaplar da listesine dahil edilmiş. Sevmediği ya da hiçbir zaman bitiremediği Proust ve Faulkner gibi yazarların “büyük” kitapları doğal olarak ihmal edilmiş.
Carey’nin şu sözünü çok sevdim: “Başka insanların övgülerini papağan gibi tekrarlamanın anlamı yok” Mark Twain’in de bir vesileyle “klasik edebi kitaplar herkesin övgü düzdüğü ancak okumadığı kitaplardır” dediğini hatırlıyorum. Yalnız olmadığımı bilmek sevindirici. Benzeri bir tartışma başka boyutlarda meşhur romancımız Orhan Pamuk ile ilgili olarak edebiyat gündemimize girmişti. Ben yine Carey’e dönmek istiyorum. 50 en iyi kitabı seçerken tanınmış yazarların en bilinen eserlerinden ziyade daha az okuyucuya mal olmuş kitaplarını önplana çıkartmış: James Joyce’un “Ulysses’ini değil de “Portrait”ini; D H Lawrence’un “Twilight in Italy”sini; Aldous Huxley’in “Brave New World”u yerine “Those Barren Leaves”ini seçmiş. İstemeyerek liste dışında bıraktığını söylediği kitaplar da var: Nabakov’un “Lolita”sı, Powys’nin “Mr. Weston’s Good Wine”i; Somerset Maugham’in “Of Human Bondage”i gibi.
Herkesin satır aralarında mutlaka dolaşmasını tavsiye ettiğimiz 50 kitaplık listeden seçtiğim on kitabı, yazar isimleri ve yayın tarihleri ile birlikte sizlerle paylaşmak istiyorum:
- Rudyard Kiplings, Traffic and Discoveries, 1904
- H G Wells, Bay Polly’nin Tarihi, 1910
- Maxim Gorky, Cocuklugum, 1913
- Jaroslav Hasek, Aslan Asker Schweik, 1930
- John Steinbeck, Fareler ve Insanlar, 1937
- William Golding, The Inheritors, 1955
- Gunter Grass, Teneke Trampet, 1959
- Jean-Paul Sartre, Sozcukler, 1964
- Clive James, Guvenilmez Hatiralar, 1980
- Kazuo Ishiguro, The Unconsoled, 1995
Pekin’in İstiklar Caddesi sayılabilecek olan Wangfujin’de büyük bir kitapçıda neredeyse tüm dünya klasiklerinin ve çağdaş yazarların kitaplarının hem özgün dilinde, hem de Çince olarak basıldığını gördüm. Fiyatları da herkesin kesesine uygun düşecek şekilde belirlenmiş. Milli Eğitim Bakanı’nın yerinde olsam, tıpkı zamanında Hasan Ali Yücel’in ilk cumhuriyet nesillerine hediyesi gibi, bu tür beyin çeperlerini genişleten, dimağı zenginleştiren kitapları subvanse eder, her okulun kütüphanesine yerleştirirdim.
Televizyon, sinama ve dergilerin yaşamımıza yoğun şekilde girmesi ile birlikte kitapların sonunun yaklaşmakta olduğu ileri sürülüyor. Hatta bilgisayar nedeniyle artık basılı kitaplara hiç gerek kalmayacağını da ileri sürenler var. H G Wells’in “When the Sleeper Wakes” romanında Graham isimli bir karaktere 2200 yılında kitapların artık gözden düşeceğini, yerlerine “kinetoscope” denilen televizyon ekranlarında oynatılan videoların geleceğini anlattırıyordu. Okuyan sayısının azalması, umarız, bu kehaneti doğrulamaz.
Okumak insanı özde sınırsız kılmakla birlikte, onu nüfuz edemeyeceği bir iç mekana da hapis ediyor aynı zamanda. Mevcut fizik mekanlar giderek küçüldükçe insanlar da kendi iç mekanlarına daha fazla kapanmak. iç dünyalarında daha geniş yer açmak ihtiyacı duyacaklar. Halen kitap okuyanlar ile okumayanlar arasındaki uçurum, aslında tüm kültürel bölünmelerin en büyüğüdür. Yaş, sınıf, ırk ve cinsiyet ayrımlarının yarattığı bölünmelerden bile daha keskindir. Okuyan ve okumayan kesimler, birbirini anlamakta, iletişim kurmakta ciddi geçlük çekiyorlar. Okuyanlar, okumayanların kafalarını ne ile duldurduklarını merak ediyorlar. Şayet yarının yoğun şekilde doldurulmuş dünyasında okumak yeni iç mekanlar yaratmak bakımından herkes için bir “sağlık” ihtiyacı olacaksa, hiç kuşku yok ki, bu okuyan-okumayan uçurumu kapanmak zorundadır.
Kitaplar, sadece kağıt üzerine düşülmüş siyah işaretlerden oluşuyor. Basılı kelimeleri beyinsel görüntülüre dönüştürmek inanılmaz ölçüde karmaşık bir süreç. Alışkın okuyucular bunu anında yaparlar. Oysa film ya da TV kanalıyla geçilen görüntüler mükemmeli yansıtırlar. Bunlar aynen yansıttıkları şey gibi görünürler. Neye benzediklerini hayal etmeye, bunun için kafa yormaya ihtiyaç duymazsınız. Kitap okuduğunuzda hayal gücü sınırlarınızı zorlarsınız. Yaratıcılık gerektirir. Hiçbir kitap ya da sayfa herhangi iki okuyucu için asla aynı anlam ifade etmez. Tabii ki bunu söylerken okuyucunun gerçekte okduğu metnin “yazarı” olduğunu ileri sürmüyorum. Bunu söylemek Chopin çalan bir piyanistin Chopin olduğunu iddia etmekle eş anlamlı olur. Ancak unutulmamalıdır ki okuyucu tıpkı piyanist gibi yoğun bir yaratıcılık çabası içindedir. Kağıt üzerindeki harflar, cümlelerden beyninde imgeler, düşünceler yaratır.
Kitabı bir kenara bırakıp televizyonu çevirdiğinzde anında rahatlama hissedersiniz; çünkü beyninizin önemli bölümü artık çalışmamaktadır. Resimler doğrudan beynimize ışınlanıyor, biz de onları sorgulamadan aynen kabul ediyoruz. Bizden herhangi bir katkı istenmiyor. Aynı nedenle okuduğumuz kitapların filme çekilmiş halini televizyonda seyrettiğimizde boş görünüyor gözümüze. Okurken algıladıklarımız pasif izleme sırasında. nemli ölçüde dışarıda bırakılmış oluyor. Birçok insan kitap okumadığı için okumak bazen “elitist” bir uğraş gibi de damgalanır. Aslında okumak yürümekten daha az elitisttir. Paranız yoksa da kütüphanede ya da ödünç alarak kitap okuyabilirsiniz. Bazıları ise kitap okumayı ükelalık haline getirirler. Okudukları kitap ile ilgili hava atmaya, ezberledikleri pasajları aktarmaya bayılırlar. Bunlar aslında hem kendilerine hem okuyanlara zarar vermektedirler.